5 Şubat 2015 Perşembe

KÖPÜKLÜ BİRA

Epeyce bir zaman, kulaklıktan içime haykıran bir şarkı eşlik etmeden adımlarıma, yürüyemedim kalabalıklar içindeki sokaklarda. Aylarca aynı sokaklarda, aynı şarkılarla, benzer silüetlere bakar-görmez vaziyette yürüyüp durdum. Şarkılar bitene kadar yürüdüm. Playlist sağlamdı. Sonu gelmedi şarkıların, bazen de gerçekten hiçbir şey görmek istemediğim için lens-gözlük takmadan yarı kör yürüdüm. Kaybettiğim duyularıma bir kaybediş de ben eklemek istedim suni yoldan. Hedefsizce yürürken o yollarda adımlarımın dolaştığı anlar da oldu tabi. Youtube’ta dinlemek istediğin şarkıya ulaşmanı engelleyen reklam videolarını “reklamı atla” butonunu tıklayarak geçiştirmek kadar kolay olmadı adımlarımı düzene yeniden sokabilmek; ama yürümekti ya aslolan, ha düşe ha kalka.
Şimdilerde müzik dinlemeden de dolaşabiliyorum; peşimden, önümden, sağımdan, solumdan gelip geçen uğultulu bir güruhla. Klip tadında yürürken kulağımdaki müzik sayesinde bastırdığım o kuru gürültüyü, farklı bir şekilde egale etmeyi öğrendim. İstediğim zamanlarda duymazdan gelebilmeyi keşfettim ben de. Nasıl becerdim, bilmiyorum. Övünerek, kendime pay çıkarırcasına anlatmak isterdim bu bilinçli işitme kaybını ama bir çaba göstererek elde ettiğimi söylersem de yalan olur.
İçimdeki ses, kulağımdaki şarkıyı bastırmaya başladığında; müzik sustu. Yerini alan “içten sesler korosu” nun kurduğu cümleler adımlarıma daha uyumluydu. Yürümek bir avarelikten çıkıp, “Gece Yürüyüşleri” adıyla bir konsepte dönüştü. Hayatın konseptini çözüp ayak uyduramasam da halen, adımlarım arasında kendime takılmadan yürümeyi öğrendim içten sesler korosunun katkılarıyla.

Gece Yürüyüşleri 98596’yı tamamlayıp da eve dönmek üzereyken biraz önce, in cin ve topların buluştuğu sokağın köşesinde önümden geçen Sarıbaş kedinin ağzına aldığı et parçası susturdu içimdeki monologu:
1- Bu saatte et gökten mi düşmüştü, kedi nereden bulmuştu onu?
2- Eti bulan kedi, etini çalacağımı düşünerek mi kaptığı gibi geceyarısı velinimetini, bir arabanın altına sığındı?
3- Evet, canım çekti belki o an, ama çalmam senin rızkını sarı kafa, hem ben az pişmiş severim.
Yağmurun altında içimdeki seslere ayak uydurmuş adımlarımın çiğnediği asfalt bir yolda önüme çıkan, gecenin nasipli etçil kedisi; hem ıslanmamak için hem de ağız tadıyla yemek istiyordu sanırım yemeğini, diğer kediler görüp de başına üşüşmeden. Karnını doyurduktan sonra yaşayacağı haklı gururla arabanın altından çıkıp bıyıklarını yalayacaktı belki de, yağmura aldırış etmeden. Ben göremedim. Ama muhakkak yapmıştır. Ben kedi olsaydım, öyle yapardım.
Çünkü bulup da sahiplendiği her şeyi bir çırpıda kimseye pay etmeden yiyip bitirmeyi sever insanoğlu. İliğine kemiğine kadar, sıyırıp da yiyecek bir şey kalmadığından emin olunca bir köşeye fırlatmak üzere. Tüketmenin verdiği hazla, gardrobundan çıkardığı şeffaf gurur hırkasını geçirir üstüne, mevsimlerden yaz bile olsa. Gurur hırkasının kesmediği soğuk kış aylarında ego ceketini de alır yanına. Üşümek nedir bilmez böyle zamanlarda.
Hayatta sevmediğim çok şey var belki, ama bazıları daha üst sırada. Kat kat giyinmek, köpüklü bira ve light sigara bunlardan birkaçı. Bir de küçük dağları ben yarattım demeyi seven cinsine sövdüğüm insanoğlu.

Tükenmişliklerin içinden gecenin içine doğru yürüdüm. 
Evden çıkarken üzerime aldığım, soğuk havalara yenik farkındalık ceketimin ceplerini yokladım apartmanın önüne vardığımda, anahtarlığı çıkartmak için. Yere düşürdüm o an, tutamayıp. Korktum tam eğilip alacakken yerden, kedinin biri onu et sanıp da benden önce kapacak diye...

Hiç yorum yok: