24 Kasım 2016 Perşembe

Delik



Nasıl bir çocuktum çok hatırlamıyorum. Annemin annesinin kucağında günlerimi geçirmişim çoğunlukla, annemin çalışıyor olmasından ve beni bakılmaya hala muhtaç yaşta olup evde tek başına bırakamayacağından ötürü, en güvenebileceği yere bırakmış yıllarca, okuluna gidip mini mini birlere annelik, öğretmenlik yapmak için. (İyi ki de ananeme bırakmış beni, yabancı bir kucak yerine. Hatırlamasam da "anı" namına pek bir şey, kendi bilincimle biliyorum bunu. Bu da yeterli.) Bilinçsiz unutma halim bir şeyleri, bu zamanlarımda başladı belki. Bir süre boyunca, iki basamaklı yaşlara varmamışken henüz, çoğu şeyi hatırlıyorken yaşanmışlık namında; karardı bir sabaha karşı bilincim, 'kararmıştı' demek, belki daha doğru olabilir. Durduğu yerde öylece yerini bellemeye hazırken "kafa arşivi"ne konulmuş, o yaşıma kadarki tüm yaşanmışlıklarımı içeren anılarımın bulunduğu dosyalar, dağılıverdi. "03:02"

Sonrası; parçalı bulutlu. Toplanmadı hala tamamen.


-dağılma öncesi kareler vol. 23484-


Pek deprem öncesi zaman dilimi yok zaten detaylı olarak hafızamda. Bilinçli unutmak değil bu. Çok üzüldüğüm bir şey ki; hatırlamak istediğim zamanları hatırlayamıyorum düşündüğümde; bir fotoğrafa baktığımda mesela, yok kendimin ve başkaları dahilse şayet onların simalarına bakmaktan ve o anı düşünmeye çalışıp, bunun üzerine yorulmaktan başka yapabileceğim bir şey... hissetmek yok... içi boş. Kuru üzüm gibi sanki, kuru bir üzüntü hali. 


Unutmak güzel, derler. Benim içinse -seçtiklerini unutabilmeyi tercih etmek- aslında mesele. Seçmediğim bir unutulmuşluğu hatırlamaya çalışma hali; "Çocukluğunuza dönelim biraz?" sorusunu soran, klişe sayılabilecek ama en temel psikolojik yönteme başvurmuş bir psikologun avuçlarını açıp cevap beklemesi gibi...

 "Ee sonra noldu?"


Unutmadığım şeyler var elbet çocukluğumdan kalan. Mesela, babamın beni o koca balkonda kendi kurduğu salıncakta sallarken, hızlansa da ya da sallamayı yavaşlatıp duruma göre, yine de durmak bilmeden salladığını hatırlıyorum. Bilirdim beni ne olursa olsun kontrolünün altında tutması gerektiğini, bilmekten ziyade hissetmekti belki de bu. Bir yandan da, "Kral, Boncuk, Maşuk vb." isimlerden birini almış olan, -öncesindeki ölmüşlerini hatırlatsın diye belki de- evin yeni üyesi sayılabilecek ya da zorlu sürecini geçirebildiyse - "niye konuşmuyor bu kuş, konuştururum bunu ben!" düşüncesindeki sahibine kendini kabul ettirebilmişse - ev ortamına bir nebze alışma nailine erişip "henüz" ölmemiş muhabbet kuşumuzla sohbet etmesi ya da maç günüyse şayet, futbolcuların hareketlerine göre -ki onun gördüğü şekliyle ceza sahasındaki hareketleri demekti bu- hoşlanmadığı pozisyonlarda savurduğu küfürler yahut bir sorun yoksa maç gidişatını etkileyen, aynı coşkuyla saçtığı övgüler kulağımda çınlardı hep rüzgarla beraber, ileri geri itilip çekilirken salıncak üstünde tek düzlemde ve savrulmadan... Babayı bilmek, onu 'kahraman' bilmek değildi. Benim babama dair, o yaşımda ona dair sevip sevmediğim şeyleri takdir etmemin karşılığı, kendimce ve yaşımca hislerle ona sarılmaktı sadece, yeterli sanıyordum her şeye rağmen bunu. -ki o yaşımdayken, bana notlarımdan dolayı elde ettiğim başarılardan ötürü "teşekkür" belgesi vermelerine rağmen okulda ve o belgeyi diğer takdir ve teşekkürlerin arasına övünecek bir şey olmadığını düşünerek iliştirip kaldırmam dosya içine, bu zamanlara denk gelir.- Ben sadece sallanmayı tercih ettim; iyi kötü söylem ve hareketlerden uzak, kazayla -aşırı hızdan- sokağın ucuna uçabileceğimi hissederek. Hep. 


Çocukluk denilen şey, deprem denilen bir 'şey'le yıkılınca... 

Daha ayrı bir düşünceyle kategorize ediyorum belki şu anki aklımla yaşantımı. 

Ama hatırlıyorum yine de aslına uygun epey şey; uzaklara gönderildiğimi salıncakta sallanmaktan başka bir sallanmayı yaşadıktan sonra, -o zamanlardaki şehrin, ailenin, insanların halini o yaşımla yaşayıp şahit olmamam içindi belki- görüşüm /o yaştaki çocuk görüşü ve gündemi ele almak gerekse de, neyse../ sorulmadan... Memnun da olduğumu hatırlıyorum bundan. Yeni ve farklı bir durum içine girmenin heyecanıyla.  Bambaşka ve uzak bir şehre ailenin bir bireyi eşlik etmeden gidebilmek.. Garip bir heyecandı, çok da sevinemediğim. Artık evimiz yoktu. O eve bir daha dönemeyeceğimi(zi) biliyordum. Babamın sigarasını hep bıraktığı o lavabo önü tuzla buz olmuştu sanki. -benim için öyleydi "evimiz" denilen duvarlar yıkılmamış olsa da- Dağılmışlık içinde, önce yakın bildiklerimizin sağ ve salimliğinden emin olup, sonra bu bütünlüğümüzü ifade ederek koruyabileceğimizi düşünürcesine belki;

-kelimeleri dile getirmekte zorlanılan; şükran, memnuniyet, minnet, ya da bir dinsel sığınma/teşekkür mahiyetindeki sıfatları (c)ismimizin önüne koyarak kurduğumuz cümleler eşliğinde- "yaşamaya bir şekilde devam etmeye çalışmak" haliyle, yolumuza baktık. Ölmeyip de hayatta kalan çoğu insan gibi. Beni kilometrelerce uzağa gönderdiler. "Okullar ne zaman açılacak, belli değil." denilerek uzaklaştırılırken, "Niye ben?" diye soramayacağım bir sessizlik vardı üstümde açık seçik anımsadığım. 

Bilmiyorum da çok, ama bambaşkaydı. Bilemezdim de bunun o zamanlar nasıl bir his olduğunu sanırım, şu an "o durum"un üzerine çokça bir düşünce/his katarak yorumluyorumdur kesin. O zamanları yaşarkenki çocuk aklım ve vücudumun gücü ile hissedip konuşmam mümkün olamaz.  Kimseye söz geçiremediğimi bildiğim ama çocuk inadıyla çoğu şeye ayak direttiğim bir yaştayken; ayaklarımın bastığı yerin ortadan yarıldığını, kafamı kaldırıp da baktığım binaların boyumla bir olduğunu gördüğüm için belki de;

-"küçük"lerin ya da "ailelerinin rızası"yla kabul görmüş bir "deprem"i de yaşamadığım için öncesinde- bilinçsiz bir hafıza kaybı başlangıcının tohumları atıldı. Hatırlamıyorum çoğu yaptığım ya da yaşadığım şeyi, o tarihten sonrası yaşanmış olan. 

Öncesini de unuttum sayılır. Çoğu anı silindi. Balkon sallanmaları, muhabbet kuşları, banyo aynası önünde uzayan küller... vb. ufak tefek anıları saymazsam...

Ben, hatırlayamıyorum diye üzülürken; o günü ve o günle beraber yaşadığı acılarını unutmak isteyen, kaybettiklerini her gün hatırlayıp gözyaşı döken ne çok insan var....


Kalbim hızla çarpıyor yazarken şu an.

Geçmişi ne kadar da önemli insanın. 

Bir fotoğrafa bakarken gün'ünden evvel çekilmiş; "Bu ben miyim?" diyerek hissedip de heyecanlanarak fotoğraftaki an'a geri dönebilmek, bulunduğu an'dan çıkıp da, ilk trene atlayıp kimselere el sallamadan uzaklaşmak, yeniden o fotoğraf karesine girebilmek..


Bu fotoğrafı iyi hatırlıyorum, çekildiği anı..

O "deprem"den epey önceydi. Ayak baş parmaklarımın fırlayıverip de öteye çorabı yırtıp açtığı o delikler kadar "küçük"tüm. Ve geçmişten, bugünden, gelecekten bağımsız bir duyarsızlıkla alabildiğine özgür...


İyi ki annem beni ananeme bırakmış...


6 Kasım 2016 Pazar

içime içime değil de, dışıma doğru

Evden çıkabilmek yeterliydi. Alt tarafı, saatlerce sabit oturmaktan dolayı sol köşesini götünün ağırlığıyla ezdiği koltuktan kalkıp üzerine bir mont geçirecek; montun sağ cebine iki tabaka sarma sigarasını ve çakmağını, sol cebine telefonunu, evin anahtarlarını, kulaklığını ve cüzdanında kalan kağıt paralardan bir 20liği sokuşturup çıkıp gidecekti bu kapının arkasına. Yerinden kalkmaktı ilk mesele, kalkabilmek. Bunu hallederse gerisi kolaydı zaten. 

Daha fazla aynı yeri çürütürcesine oturmaya katlanamayacağımı anladığımda, kalbimin atışına eşdeğer bir atakla fırladım koltuktan. Gardıroptan hızla çekip aldığım yeşil kabanımı üzerime geçirdim, soğukta ince kıyafetlerle kalakalmış hastalıklı bir titremeyle. Ceplerime sigara, çakmak, biraz para ve anahtarları tıkıştırıp evden kaçarcasına çıktım. 

Koltuktan kalkıp evden koşar adım çıkarken nereye gideceğini düşünmemişti. Sokağa adım attığında ilk iş, sağ cebine gitti eli. Tabakadan bir sigara çekip yaktı, yeni doldurduğu çakmağının meşalemsi aleviyle. Sokağı yakabilir miydi bu çakmakla? Bir an kafasından bu düşüncenin ciddi bir şekilde geçmesi, eldiveninin ucunu hafifçe yakmasından dolayı olmalıydı. Sigaradan aldığı ilk nefesle, ciğerleri açılmıştı resmen. Dışarı üflediği nikotin yüklü duman, sokak lambasının altında yolunu bulmuştu çoktan ılık rüzgarın yön vermesiyle. Fazla düşünmeye gerek yoktu. Ayakları dumanı takip edercesine yola koyuldu, bilindik rotanın peşinden. 

Sokağa çıktığımda, "Bu kadar kalın giyinmeseydim keşke, eldivene gerek de yokmuş." diye düşündüm. Kasım ayının dengesizliğinden olsa gerek ki; eldiven, atkı, ne bulduysam geçirmiştim üzerime. Neyse ki bere takmamıştım! Nereye gideceğimi bilmiyordum, düşünmemiştim hiç. Tek derdim, nefes almaktı. Bir sigara yaktım. Her zaman gittiğim yerlerden birine doğru yürümeye başladım, ayaklarımın kontrol sahibiymişçesine beni yönlendirmesiyle. 

Kulaklıktan çıkan sesler hep aynıydı, farklı hislerle düşüncelere daldığı. Klip çekercesine kalabalığın arasına karıştı, sahil tarafı kalabalıktı yine, denizden uzak olan karşı kaldırımı seçti kimseye çarpmadan yürüyebilmek için. Hala acelesi varmış gibi hızlı hızlı yürüdüğünü fark ettiğinde Kızkulesi taraflarına yaklaşmıştı çoktan. Biraz yavaşlayınca, başkasına yol hakkı tanımadan, 4-5 kişilik gruplar halinde yanyana ve amaçsızca deniz tarafından yürüyen insanlara çevrildi kafası istemsizce. Hepsi de aynıydı sanki klonlanmış gibi. "Bir tatlı huzur almaya geldik." edasıyla salına salına, el ele kol kola yürüyen bir Pazar akşamı sürüsü... Kulaklıktan içine akan seslere ağırlık verircesine çevirdi kafasını yeniden kendinden yana. Yavaş ve salınarak yürüyebileceklerden değildi o. Rüzgarla yarışmak istercesine yeniden hızlandı adımları. Adımlarının hızına eşlik edercesine arka arkaya havai fişekler patlıyordu bir yerlerde, kulaklarına dolan şarkıyı bastırırcasına müziğe ritim katarak ve gözlerini kamaştıran bir parlaklıkla. 

Kulağıma yayılan bu şarkıları kim bilir kaç defa dinlemiştim? Bazen çok sevdiğim bir şarkı içimi sıkardı ve tahammül edemeyip degiştirirdim ilk melodisini duyar duymaz. Bazen de direk es geçip sonuna kadar dinlemeye tahammül gösteremediğim bir şarkı, o dinleyişimde favorim oluverirdi. Bunları düşünür ve acelem varmış gibi koşar adım yürürken, yeni bir şarkı doldu kulaklarıma. Ağır aksak bir ritimle başlayan... Çıkaramadım ne olduğunu. Şarkıyla senkronize olmuş gibi, adımlarım yavaşladı. Bakışlarım, yürümeyi tercih etmediğim deniz kenarındaki insanlara kaydı. "Ne güzel de salına salına, pervasızca yürüyorlar el ele kol kola..." diye geçirdim içimden. Bir an yolun karşısına geçip aralarına karışmayı düşündüm. Evden kaçar gibi çıkıp, kalabalık gruplar halinde yanyana yürüyen bu umarsız güruhun arasına ben de katılabilirdim belki. Hiçbir şey düşünmeden; sakince ve nereden geldiği belirsiz bir huzurun yüzüme kattığı tebessümle... Ne kendi gündemim, ne ülkenin giderek şizofreniye sebebiyet katan hali umurumda olurdu benim de. Pamuk şekeri pembesi, dışardan görünmez ve yanları kapalı gözlüklerimi takar; kulağımdan yayılan neşeli melodilere anlamsız sözlerle eşlik eden şarkıcıların abartılı nağmelerini dinlerken kayıtsız bir mutluluğa kapılırdım işte. Bu kadar kolay olmalıydı. 


Bir an karşıya geçmeyi düşündüm gerçekten. Tam adımımı atmışken sağa doğru yönelmek üzere; "Trafik kurallarına uyunuz, uymayanları uyarınız." netliğinde sarıdan yeşile renk değiştiren trafik lambasına takıldı gözlerim, araçlara müsaade veren. Yayalar için yanmış "kırmızı duran adam" ışığına, karşı tarafta bir yerlerde atılan havai fişek parlaklığı karıştı. 

Kulağıma yayılan şarkının sesini biraz daha açıp, ayaklarımın zaten beni götürmek üzere yöneltmiş olduğu rotaya yöneldim yeniden. 

Şuursuz bir mutluluk bulutunda bana yer yoktu. 


/Fon: No Land - Düşünme Kaybolursun/