15 Şubat 2015 Pazar

yastıkaltı


Sözlerini hatırlayamadığım bir şarkı var aklımda.
Hani hatırlamaya çalıştıkça, daha da çok unutulacak cinsten. 
Nereden geldi ki aklıma şimdi, uzun zamandır dinlemedim ben bunu?, dersin. Anlamsız sesler çıkararak ritim tutmaya, hatta o uyduruk ritme kafanı sallayarak eşlik edip bulmaya çalışırsın da o şarkının sözlerini; aklına gelmedikçe seni deli eder ya.. Bulamadıkça, melodisini mırıldanıp da çabaladıkça sen; kafanın içinde bir müezzinin ezan okuması gibi araya başka sesler girer bir anda... Ya da esasen dinlemediğin tarzda bir şarkının sözleri takılmıştır diline, geçenlerde kafenin birinde duyup da kulağından içeri süzülen hani, onu söylemeye başlarsın hatırlanamayanın yerine. Devamlı aklına alakasız bir şeyler dolar böyle ve sen o sözleri bir türlü çıkaramazsın...

...

Çocukken bir şeyin adını ya da sözlerinin devamını unuttuğumda, kullandığım bir yöntemim vardı zihnimin perdelerini açıp hatırlamamı sağlayan. 
“Halil Pazarlama, Halil Pazarlama, kapınızda..” diye mırıldanırdım. Bizimkiler dizisinden duyup da dilime takılan o sihirli cümleyi birkaç defa tekrarladım mı tamam; bir türlü anımsayamadığım o şey neyse artık, bir anda aklıma gelirdi
Hala, aynı yolu denerim...
Ama bu sefer işe yaramıyor, tekrar ettikçe daha çok unutuyorum sanki. Halil Pazarlama'yı uğurluyorum zihnimden, hüsrana uğrayıp...
Sözlerinin tamamını anımsayamadığım o şarkının aklımda kalan tek cümlesi var, ondan da emin değilim ya zaten.
“Avuçlarım kanıyor.”
Kafamda tekrarlanıp duran bu cümlenin gerisi gelmiyor bir türlü. 
Avuçlarıma akan kanı düşünerek de devamını getirmeye çalıştım hatta, farklı bir yolla denersem anımsarım belki dedim ama zaten kanıyorum şu an. 

...

Kafamı biraz yordum mu ya da kafam iyiyse hafiften, kesiyorum ben kendimi farkına varmadan. Bile isteye de değil. İçtiğim zamanlarda, sakarlaşıyorum biraz galiba.
İstemeden kesip de açtığım o yara, birkaç güne kuruyup kapansa da; parmaklarımdan birinin içine o kesiğe sebep olan cismin (bardak, bıçak vb. ?) bir parçası sıkışıp kalıyor.  Ruhum duymuyor ki o an hiç ve aylarca tenimin altında taşıyorum onu ben bihaber.
Çok sonradan farkına vardığımda içimde yabancı bir cismi taşıdığımın, ki rahatsızlık vermiştir bir şekilde elbet fark etmişimdir, panikle çıkarmaya çalışıyorum onu ama beceremiyorum bir türlü.
Şikayet ediyorum sonra medet umarcasına "Dokundukça sızlıyor.” diyerek, kendime yakın hissettiklerime elimi uzatıyorum. Kimisi yardım etmeye kalkışıyor gerçekten ilgilenip. 
Yine de çıkarmalarına izin vermiyorum...
Öğrendim çünkü; yaranın yerini göstersen de, kimse kimseye o kadar yakın değil tedavi etmek için.

...

Bazen uğraşıyorum hala çıkarmak için. Aylar geçti keseli, yara kapandı ama bir şey kaldı orada, hissediyorum dokundukça. Beceriksiz olduğumu bilsem de bu konuda (kana dayanamam çünkü), bir cesaretle atılıyorum içimden o parçayı atmak için. Önce parmağımın içine girdi ama artık orada değil biliyorum. Camla kesmişim kendimi. Cam yürürmüş derinin altında sen farkına varmadan. Biri demişti bunu, mantıklı geldi. Nereye doğru yürüdü bilmiyorum parmağıma girdikten sonra o parça, henüz bulamadım.

...

Anneme de söylemiştim bana yardımcı olur belki diye; iğne ucunu yakıp da derimin altına sokarak çıkarabileceğinden bahsetmişti, izin vermedim.
Doktora da gidemedim, kedi götünü görmüş de yara zannetmiş, demesinler diye..

... 

Aylarca, küfür ede ede, canımı acıttığını bilsem de dokundukça, orta parmağımın içine hapsolmuş (belki de yürüyüp gitmiş) o cam parçasını çıkaramadım gitti, bedenim yarıldı da içine gömüldü sanki lanet olasıca.
Bazı zamanlar acı vermiyor, sinirlerimi bozduğunun farkına varıp. Diğer parmaklarımı üzerinde gezdirip, okşuyorum ben de. 
Bazen de, ben dokunmadan canımı yakıyor; acısına dayanamayıp, “Çık lan karşıma, hesaplaşacağız senle!” diyerek küfürü basıyorum. 
Bana bir zarar veremeyeceğini biliyorum aslında ama hırsımı alamayıp gözdağı vermek istiyorum işte. Böyle zamanlarda abisini salıyorum üzerine, baş parmağımla en can alıcı yerine bastırıp, bana hissettirdiği acıyı yaşatmaya çalışıyorum ona beni anlasın diye.
Kimbilir nereye yürüyüp gitti, diye düşünürken zamanın iyileştirici etkisiyle kapanmış kesik izine dokunuyorum. Sızlıyor.

... 

Yastığımın altına sokuyorum o parmağın sahibi elimi yumruk yaparak.
Artık her gece birlikte uyuyoruz o şekilde.
Buna alıştım sanırım.
Hem yastık altı yapmaz ki insan her şeyini.
Unutamadıklarını koyar, söyleyemediklerini.
Yaşayamadıklarını koyar ya da yok saydıklarını.
Hayallerini koyar bazen de. Belki de en çok koyduğu budur o yastığın altına.
İstediği halde bir türlü gerçekleşmeyen o hayalleri, bilhassa özenerek koyar.
Gerçekleşmese de vazgeçmez ama, yastığının altında gizlediği Turgut Uyar’dır onlar, beraber göğe baktığı.
Sessiz kalışının ardındaki söyleyemediklerini koyar bir de, kafasında kurgulayıp da o hiçbir zaman dillendiremediklerini..
Yastığın altında birikenlerin sayısı arttıkça, kimseler çıkartmasın ister kendisini o mağaradan.
Yastık altı, mabedidir kişinin herkesten saklamaya çalıştığı.
Kimse bilmemelidir orada tuttuklarını. 
O mağarada uyusun ister gizlediği her şeyin kendisiyle beraber.
Uyumak, bir nevi unutmaktır çünkü.

Bazen de bütün "nevi"leri yakıp yıkıp, yastığını da altını da parçalayıp yok etmek ister.

...

İşte böyle zamanların birinde bir sabah, güneş doğar olanca parlaklığıyla ve fısıldar sana tatlı tatlı:
Güne uyan, der.
Unutabilirsin artık ne varsa, yolunu aydınlatacağım, sen yürümeye başla, der. 
Koskoca güneş birdenbire öyle gözlerini kamaştırırcasına doğup da boş vaatlerde bulunmaz ya elbet sana, sarılıp bütünleştiğin o yumuşak yorganların altından çıkman için? Vardır elbet bir hikmeti...
Yastığının altında biriktirdiğin her şeyi unutup uyanabileceğini düşünürsün sen de o fısıltının cazibesine kapılıp. Yüzüne yayılan umutlu bir gülümseme eşliğinde, bahar gelmiş gibi atmak istersin hatta üstündeki o kış gibi ağır yorganı. 

...

Ya sonra?
Ya hala eksik hissedersem kendimi geceleri?
Aralık ayında birden içimi ısıtan, gözümü kamaştırıp da beni kış uykumdan uyandıran, o eşeköldüren güneşin tatlı vaatleriyle mi yolumu bulacağım ben?

Aylarca, bir bardağın tenimin içine saplanmış parçasıyla yaşamam, ona alışmam, bütünleşmem, canımı acıtsa da kaybetmek istememem, bana hep hatırlatması zarar veren “o” diğer parçaları?

Seçerek içime alıp da ruhuma işlemiş şeylerden vazgeçmekte zorlanırken ben, kontrolüm dışında hayatıma giren o küçük parçayı nasıl çıkaracağım peki?
Artık 50 kuruşumu bile kaybetmeye tahammül edemezken?

...

Çoğaldığımı düşündükçe azaldım.
Kendimi evime kapattım bu yüzden. Birleşip çoğalmamak için. 
En sağlıklısı bu.
Sol elimin orta parmağındaki, artık hissini yadırgamadığım cam parçası ve ben oturuyoruz evde genelde, yetiyoruz da birbirimize zaten.
Beraber dizi izlemekten keyif alıyoruz, en çok da soy ismi gizli, içimizden biri olan o adamın başrolde oynadığını izlemeyi seviyoruz her gece.
Sarılıp uyuyoruz sonrasında uykumuz gelince.
Ben, onu içimden çıkarmaya çalışmaktan vazgeçtim, yastığımın altında koruyorum her gece; o da, keskinliğini bildiği halde canımı acıtmamaya çalışarak, kabullendi bu hapsoluşu içimde.
Kısacası, birlikte iyiyiz biz böyle. Mutsuzluğa da varız yeri gelirse. 

O şarkının sözleri de varsın eksik kalsın, hatırlanmasın...



09.12.2014
04:51






Hiç yorum yok: