15 Şubat 2015 Pazar

yastıkaltı


Sözlerini hatırlayamadığım bir şarkı var aklımda.
Hani hatırlamaya çalıştıkça, daha da çok unutulacak cinsten. 
Nereden geldi ki aklıma şimdi, uzun zamandır dinlemedim ben bunu?, dersin. Anlamsız sesler çıkararak ritim tutmaya, hatta o uyduruk ritme kafanı sallayarak eşlik edip bulmaya çalışırsın da o şarkının sözlerini; aklına gelmedikçe seni deli eder ya.. Bulamadıkça, melodisini mırıldanıp da çabaladıkça sen; kafanın içinde bir müezzinin ezan okuması gibi araya başka sesler girer bir anda... Ya da esasen dinlemediğin tarzda bir şarkının sözleri takılmıştır diline, geçenlerde kafenin birinde duyup da kulağından içeri süzülen hani, onu söylemeye başlarsın hatırlanamayanın yerine. Devamlı aklına alakasız bir şeyler dolar böyle ve sen o sözleri bir türlü çıkaramazsın...

...

Çocukken bir şeyin adını ya da sözlerinin devamını unuttuğumda, kullandığım bir yöntemim vardı zihnimin perdelerini açıp hatırlamamı sağlayan. 
“Halil Pazarlama, Halil Pazarlama, kapınızda..” diye mırıldanırdım. Bizimkiler dizisinden duyup da dilime takılan o sihirli cümleyi birkaç defa tekrarladım mı tamam; bir türlü anımsayamadığım o şey neyse artık, bir anda aklıma gelirdi
Hala, aynı yolu denerim...
Ama bu sefer işe yaramıyor, tekrar ettikçe daha çok unutuyorum sanki. Halil Pazarlama'yı uğurluyorum zihnimden, hüsrana uğrayıp...
Sözlerinin tamamını anımsayamadığım o şarkının aklımda kalan tek cümlesi var, ondan da emin değilim ya zaten.
“Avuçlarım kanıyor.”
Kafamda tekrarlanıp duran bu cümlenin gerisi gelmiyor bir türlü. 
Avuçlarıma akan kanı düşünerek de devamını getirmeye çalıştım hatta, farklı bir yolla denersem anımsarım belki dedim ama zaten kanıyorum şu an. 

...

Kafamı biraz yordum mu ya da kafam iyiyse hafiften, kesiyorum ben kendimi farkına varmadan. Bile isteye de değil. İçtiğim zamanlarda, sakarlaşıyorum biraz galiba.
İstemeden kesip de açtığım o yara, birkaç güne kuruyup kapansa da; parmaklarımdan birinin içine o kesiğe sebep olan cismin (bardak, bıçak vb. ?) bir parçası sıkışıp kalıyor.  Ruhum duymuyor ki o an hiç ve aylarca tenimin altında taşıyorum onu ben bihaber.
Çok sonradan farkına vardığımda içimde yabancı bir cismi taşıdığımın, ki rahatsızlık vermiştir bir şekilde elbet fark etmişimdir, panikle çıkarmaya çalışıyorum onu ama beceremiyorum bir türlü.
Şikayet ediyorum sonra medet umarcasına "Dokundukça sızlıyor.” diyerek, kendime yakın hissettiklerime elimi uzatıyorum. Kimisi yardım etmeye kalkışıyor gerçekten ilgilenip. 
Yine de çıkarmalarına izin vermiyorum...
Öğrendim çünkü; yaranın yerini göstersen de, kimse kimseye o kadar yakın değil tedavi etmek için.

...

Bazen uğraşıyorum hala çıkarmak için. Aylar geçti keseli, yara kapandı ama bir şey kaldı orada, hissediyorum dokundukça. Beceriksiz olduğumu bilsem de bu konuda (kana dayanamam çünkü), bir cesaretle atılıyorum içimden o parçayı atmak için. Önce parmağımın içine girdi ama artık orada değil biliyorum. Camla kesmişim kendimi. Cam yürürmüş derinin altında sen farkına varmadan. Biri demişti bunu, mantıklı geldi. Nereye doğru yürüdü bilmiyorum parmağıma girdikten sonra o parça, henüz bulamadım.

...

Anneme de söylemiştim bana yardımcı olur belki diye; iğne ucunu yakıp da derimin altına sokarak çıkarabileceğinden bahsetmişti, izin vermedim.
Doktora da gidemedim, kedi götünü görmüş de yara zannetmiş, demesinler diye..

... 

Aylarca, küfür ede ede, canımı acıttığını bilsem de dokundukça, orta parmağımın içine hapsolmuş (belki de yürüyüp gitmiş) o cam parçasını çıkaramadım gitti, bedenim yarıldı da içine gömüldü sanki lanet olasıca.
Bazı zamanlar acı vermiyor, sinirlerimi bozduğunun farkına varıp. Diğer parmaklarımı üzerinde gezdirip, okşuyorum ben de. 
Bazen de, ben dokunmadan canımı yakıyor; acısına dayanamayıp, “Çık lan karşıma, hesaplaşacağız senle!” diyerek küfürü basıyorum. 
Bana bir zarar veremeyeceğini biliyorum aslında ama hırsımı alamayıp gözdağı vermek istiyorum işte. Böyle zamanlarda abisini salıyorum üzerine, baş parmağımla en can alıcı yerine bastırıp, bana hissettirdiği acıyı yaşatmaya çalışıyorum ona beni anlasın diye.
Kimbilir nereye yürüyüp gitti, diye düşünürken zamanın iyileştirici etkisiyle kapanmış kesik izine dokunuyorum. Sızlıyor.

... 

Yastığımın altına sokuyorum o parmağın sahibi elimi yumruk yaparak.
Artık her gece birlikte uyuyoruz o şekilde.
Buna alıştım sanırım.
Hem yastık altı yapmaz ki insan her şeyini.
Unutamadıklarını koyar, söyleyemediklerini.
Yaşayamadıklarını koyar ya da yok saydıklarını.
Hayallerini koyar bazen de. Belki de en çok koyduğu budur o yastığın altına.
İstediği halde bir türlü gerçekleşmeyen o hayalleri, bilhassa özenerek koyar.
Gerçekleşmese de vazgeçmez ama, yastığının altında gizlediği Turgut Uyar’dır onlar, beraber göğe baktığı.
Sessiz kalışının ardındaki söyleyemediklerini koyar bir de, kafasında kurgulayıp da o hiçbir zaman dillendiremediklerini..
Yastığın altında birikenlerin sayısı arttıkça, kimseler çıkartmasın ister kendisini o mağaradan.
Yastık altı, mabedidir kişinin herkesten saklamaya çalıştığı.
Kimse bilmemelidir orada tuttuklarını. 
O mağarada uyusun ister gizlediği her şeyin kendisiyle beraber.
Uyumak, bir nevi unutmaktır çünkü.

Bazen de bütün "nevi"leri yakıp yıkıp, yastığını da altını da parçalayıp yok etmek ister.

...

İşte böyle zamanların birinde bir sabah, güneş doğar olanca parlaklığıyla ve fısıldar sana tatlı tatlı:
Güne uyan, der.
Unutabilirsin artık ne varsa, yolunu aydınlatacağım, sen yürümeye başla, der. 
Koskoca güneş birdenbire öyle gözlerini kamaştırırcasına doğup da boş vaatlerde bulunmaz ya elbet sana, sarılıp bütünleştiğin o yumuşak yorganların altından çıkman için? Vardır elbet bir hikmeti...
Yastığının altında biriktirdiğin her şeyi unutup uyanabileceğini düşünürsün sen de o fısıltının cazibesine kapılıp. Yüzüne yayılan umutlu bir gülümseme eşliğinde, bahar gelmiş gibi atmak istersin hatta üstündeki o kış gibi ağır yorganı. 

...

Ya sonra?
Ya hala eksik hissedersem kendimi geceleri?
Aralık ayında birden içimi ısıtan, gözümü kamaştırıp da beni kış uykumdan uyandıran, o eşeköldüren güneşin tatlı vaatleriyle mi yolumu bulacağım ben?

Aylarca, bir bardağın tenimin içine saplanmış parçasıyla yaşamam, ona alışmam, bütünleşmem, canımı acıtsa da kaybetmek istememem, bana hep hatırlatması zarar veren “o” diğer parçaları?

Seçerek içime alıp da ruhuma işlemiş şeylerden vazgeçmekte zorlanırken ben, kontrolüm dışında hayatıma giren o küçük parçayı nasıl çıkaracağım peki?
Artık 50 kuruşumu bile kaybetmeye tahammül edemezken?

...

Çoğaldığımı düşündükçe azaldım.
Kendimi evime kapattım bu yüzden. Birleşip çoğalmamak için. 
En sağlıklısı bu.
Sol elimin orta parmağındaki, artık hissini yadırgamadığım cam parçası ve ben oturuyoruz evde genelde, yetiyoruz da birbirimize zaten.
Beraber dizi izlemekten keyif alıyoruz, en çok da soy ismi gizli, içimizden biri olan o adamın başrolde oynadığını izlemeyi seviyoruz her gece.
Sarılıp uyuyoruz sonrasında uykumuz gelince.
Ben, onu içimden çıkarmaya çalışmaktan vazgeçtim, yastığımın altında koruyorum her gece; o da, keskinliğini bildiği halde canımı acıtmamaya çalışarak, kabullendi bu hapsoluşu içimde.
Kısacası, birlikte iyiyiz biz böyle. Mutsuzluğa da varız yeri gelirse. 

O şarkının sözleri de varsın eksik kalsın, hatırlanmasın...



09.12.2014
04:51






HER "ŞEY" AYRI YAZILIR

İçimde bekleyen bir "şey" vardı hep.

O, bekledi durdu.
Ben, yürümeye devam ettim. 
Tökezleyip düştüm bazen.
Sonra toparlanıp kalktım. 
Yeniden düştüm. 
Yeniden kalktım. Düşüp kalktım. Ama bir şekilde, hep kalktım. 
Nereye gideceğimi düşünmedim. 
Bazen, yorulup soluklandım bir yerlerde. 
Ama duramadım. 
Devam ettim yürümeye. 
Bazen duraklayarak, bazen de acelem varmış gibi koşar adım.
Yürümeye devam ettim.

O ise sadece durdu ve oturup kaldı denizin kıyısındaki o durakta. Mevsimler değişti o sırada. Bazen ıslandı ahmakıslatan bir yağmurun altında, bazen yandı güneşin kavurucu sıcağında. İnatla durdu yine de, inat ettiği için de değil ya... 
Ölmüş müydü acaba, ondan mı kıpırtısızdı böyle? 
Bilmem. 
Hiç gidip dürtmedim ki, "Nasılsın, ne yapıyorsun burada böyle?" diye sormadım ilişip de. 
Bıraktım kalsın, madem kalmak istiyor orada. 
Neyi beklediğini de sormadım. 
"İlla bir şeyi beklemek gerekmez ya." dedim kendimce.

Uzun süre durursan eğer bir yerde; hayat akıp gider öylece, kediler köpekler geçer önünden, insanlar geçip ve çekip giderler, yapraklar sararıp savrulur, parçalanıp ezilir hatta kimliği belirsiz ayaklar altında kimi zaman. 
Sense, sadece durduğun için çok net görürsün tüm bunları, önünden akıp giden onca şeye müdahale etmeden izlediğin içindir bu netlik. Başka bir zaman diliminde geçip, ezip, çekip gidenlerin arasında olman önemsizdir artık. O yüzdendir bu suskunluk... Çünkü, gürültüye mahal yoktur farkındalık diyarında. Senin obanı kurup, bayrağını diktiğin yerde kahkahaya, dedikoduya, gözyaşına, diyaloga ve hatta monologa bile yer yoktur. Durup izlemektir sadece yapacağın. Geri kalan her şeyi; her şeyi sahiplenme çabasını hayatının amacı edinmiş insanlar halledecektir elbet; daha önceleri senin de yaptığın gibi.

Kuşlar uçar önünden ama o gülümsemez hiç içine dolabilecek bir hürlükle, kıpırdamaz bile.
Ben yürürüm. 
Kediler köpekler geçer de, uzanıp başlarını okşamaz hiç, içinden gelen bir şefkatle. 
Ben yürürüm. 
Ayak izleri kalır insanların sadece onun baktığı yerde; sonra yine mevsimler değişir, o yine ıslanır yahut yanar durur ama aldırmaz hiç. Rakamlar ilerler hep, yıllar yenilenip kutlanılır yaşlanmaktan haz duyulurcasına; kırmızı bir paket kağıdı üzerine çam ağaçlarının resmedildiği süslü ve tematik hediyelerle...

Onun durup kaldığı yer herhangi bir durak değildir, evidir. 
Ait olduğunu hissettiği yer...
Taksiler geçer önünden korna çalarak, otobüsün içindeki o biyonik kadın sesi konuşmaya başlar ezberlediği durakların isimlerini dile getirerek, şoför sağ şeritte bekleyen bir yolcuyu almak için yanaşırken.
Ama o durur ve izler sadece, 
her şey akıp gider önünden.

Bir "şey" hariç.

Hariçten gazele giden o yolda, bir gün ona rast gelebilirsiniz; eğer denk gelirseniz rahatsızlık vermeyin. 
Onu yerinden kaldırmaya yeltenmeden, ilginizi çekse bile görmezden gelip; durağa yanaşacak herhangi bir otobüse binip gidin. 
Gitmek gerekir ya, gidin işte aparlarınızı ve toparlarınızı da yanınıza alıp.
Yağmur altında ıslanmaya ya da güneşte kavrulmaya sebep olmamalı hiçbir şey...

İstikametsiz insanların; ne bindiği otobüsün güzergahı önemlidir, ne de birlikte seyahat ettiği insanlar.
Yol devam eder ve hep ilgi çekicidir o yeni yol arkadaşları nasıl olsa.

-- EY RUH; GELDİYSEN ÜÇ KERE VUR, YAĞMUR BAŞLADI --

( f o n : https://www.youtube.com/watch?v=8gJZtv9rLTc )

 

24.01.15

 

11 Şubat 2015 Çarşamba

PAZARTESİ SENDROMSUZLUĞU

Uyuşmak için çeşitli uyarıcıları almaya gerek yok. Günde 747427 tane kahve içmeye gerek yok. Ya da alkole. Ya da vb.
Gerek yok, uyuşmak -ya da rahatlamak diyelim- için. Amaç buysa tabi.
(amaç?)
Kimi kendini rahatlatmak için haftasonlarını değerlendirir, kafasını boşaltır; haftaiçinin doluluğunu bir arjantin bardağının içindeki sıvıyı yudumlayarak atar. Bünyesine kattığı rahatlamayı gecenin sonunda masadan son kez kalkarak tuvalete bırakır ve çıktığında hesabı kapatır. Konsantre edilmemiş bir yumuşaklıkla yatağında bekleyen mışıl uykuya ulaşmak üzere evine gider sonrasında. Haftanın stresini atmanın nihai adımı. Uyandığında yapacağı tek bir şey kalmıştır artık yapması gereken, son bir görev: "5 günün yorgunluğunu atma manifestosu"nun son basamağı: Pazar Kahvaltısı. Onu da yerine getirdiğinde, görev başarıyla tamamlanır ve yeni haftanın benzer programı; gece 23 suları, tam da uyku öncesi yeniden tanımlatılabilir artık bünyeye.
-Pazartesiye Giriş 747483-
Yükleme başarıyla tamamlandı...
Standartların dışında her gününü cuma-cumartesi gibi yaşayanları yadırgama programı var bir de. Anlam verilemeyen ve çoğunluğun hareketleriyle örtüşmeyen insanları kınama, uyarma ve onlara bakıp da rutin döngünün içinde kalabildiği için şükretme dersi bir üst seviyeye ulaşanlar için. (en az 1 yıl boyunca sadece haftasonlarını kendine ayıranlar katılabilir.)
Nerede bir standart varsa, kalıpların dışına taşmışlık da vardır. Örtüşmeseler de bilirler o karşıtlığı.
Tek mesele farklılıklara saygı gösterebilmek; diktenin uzaklaştırıcı ve yıkıcı etkisinin farkındalığını anlayıp.
O sebeple Sevim, kimileri sosyal alkoliktir, kimileriyse sadece içer; diyez işareti yanına iliştirdiği kelimelere önem vermeden.

26.01.2015 02:22

sonfırtsonyudum

Sütümü helal etmem sana, demişti sigara içtiğimi öğrendiğinde.
Kanıma en çok dokunan şeylerden biriydi bu cümle.
Belki de ilki.
Varlığından can bulduğum kadın, bana sütünü helal etmeyecekse, ilk besinim boğazımda düğüm olacaksa, bırakırım lan, dedim.
Zaten yeni başlamıştım içmeye...
Bilmiyordum ki o zamanlar sigarayı bırakmanın; ruhumu örseleyecek kelimelerle daha kolay olduğunu.
Bıraktım ama.
Bir hafta kadar.
Sonra yeniden başladım gerçi bir daha bırakmamacasına.
"Benim tek dostum içkim sigaram." dedim hatta şarkılara eşlik ederken.
Kimse sevdiği bir şeyi kolay kolay bırakamıyor zaten. Alışkanlık var bir de işin ucunda ek olarak. Kolay değil yani.
Ya da ben hala, muhallebicilerde buluşan çiftlerin zaman dilimlerinde yaşıyorum. Sevdiğim bir şeyden vazgeçmem bu yüzden zor geliyor olabilir.
Zaman denilen şeyin yarabandı olduğunu kabul etmediğim gibi, zamanla da kıyaslayamıyorum sevginin niteliğini. Nicelik daha önemli olmalı...
Tartı ağır basamıyorsa tabi; zaman kazanır, sevgi elbet fire verir.
Sigarasını yakar sonra zaman, zafer kazanmışçasına...
Zamanın iyi gelmesi de bu yüzdendir çoğu insana.
Ben bir haftalık bağımlığımla, sütünü bana helal etmeyecek kadını kıyasladığımda, tartı hangi tarafa ağır bastıysa onu seçtim. Çünkü, annem sigaradan önemliydi. Olmalıydı da zaten.
Sonra yeniden başladım gerçi dediğim gibi.
Zaten kıyaslanmaması gereken şeyler bunlar sonuçta.
(Kimse kimseye lütfen "Sigara mı ben mi?" veya "Ya o ya ben!" vb. cümleler kurmasın. Kıyaslamanın da bi adabı olsun.)
Madem hayatımızı seçimlerimizle yönlendirebiliyoruz (bir noktaya kadar), "Şimdiki aklım olsaydı, ........................" gibi cümleler kurmak riyakarca değil mi biraz kendimize karşı?
Ha bir de insanın, istemeden bırakmak zorunda kalıp maruz kalırcasına terk ettikleri var ki; bunun eksikliğini Tanju Okan bile bastıramıyor...
sonfırtsonyudum. 
02.02.2015 04:02

ÇAPAK

Ertesi güne hazır olmadığını bilerek yattığın bir gecede; ertesi gün ne giyeceğini düşünürsün ilk kalktığında gitmen gereken işe yetişmek için acele ederken. Önünde ebeveyn gardırobu vardır da -ki içinde giymediğin bir sürü kıyafet var ya, sevabına ayıkla da ver birilerine bari- açar bakarsın aval aval hani. Zaten sabah kalktığında ilk iş olarak, bunu düşünmemeli insan. Çünkü, beyaz bir duvara -ya da rengi fark etmez bazen- anlamsızca bakmakla eşdeğer bir şeydir bu. Saatlerce hipnotize olmuş gibi bakabilirsin gerçekten de öyle... Kıyafetler dile gelip konuşsa "Beni giy." diye, çözülebilirsin belki ama sen lâl olmakla meşgul olduğun ve gerçek hayatta da eşyalar konuşmadığından dolayı bakıyorsundur öyle bön bön eteklere, elbiselere, kazaklara gözündeki çapağın mahmurluğuyla. Sonra, yatmadan önce kafanda tasarladığın "Yarın şunları giyerim." kombininin tam zıttı olan ne varsa söküp alırsın askısından. Alelacele üstüne geçirip evden çıkıverirsin gözündeki çapakla.. (çapak = uykunun ardından bağırırken sana akıttığı yaş)
Eğer; giydiğim kıyafeti sanki başka birinin üzerime olmayan giysisi gibi emanet hissedersem, günüm rahat geçmez asla. ("Benim gibi biri varmış demek", diyen biri olsa sevinirim şu an...) Durunamam bütün gün o üstümdekilerle; kendime diken olup, başkalarına batarım. Böyle sebepsiz gerginliklere mahal vermemek için, insan kendini rahat hissedebileceği gibi giyinebilmeli..
Kamuda çalışmama rağmen klasik giyinmek zorundayım da ondan mı yazdım bunları, hayır. Ben kafama göre davranabiliyorum hala, bahtımın ve şansımın bana "Hadi yine iyisin." dediği bir kurumda çalışıyorum. (şükür)
Mesele, yarın ne giyeceğimi bilmiyorum. Ebeveyn gardırobu bana bakıyor şu an. Kapalı kapaklar ardındaki kıyafetler bağırıyor onları giymem için.
Sabah kalktığımda (sabah?!) yine aceleyle en saçma kıyafeti üzerime geçirip, çalıştığımı tam olarak hissedemediğim işime giderek, kendimi huzursuz geçireceğim bir güne hazırlamam gerekiyor...
Ve bunun gibi saçma sebeplerle uykuya dalamıyorum bir türlü ben çoğu gece.
Mesele bu...
Ey koyun, geldiysen çitten atla hadi. Yarın iş var!

11.02.2015 02:55

RAKI IS THE ANSWER

Bir şeylere hallice sinirliydim ama sıralamada kafam karıştı.. Öncelikler kendi içinde başlattı ağız dalaşını. Kavramlar yitirdi tüm anlamını. Sonra da değerler. Tüm sıfatların yanındaki isimler, kayboldu gitti. Sıfatlar, sıfat olmaktan çıktı destek ekiplerini yitirince. "Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır." hipotezini çürütürcesine sıfatların arkasından gelen isimler Boğaz Köprüsü'nden aşağı kendilerini özgürce bıraktı. Kendilerine artık yakıştıramadıkları sıfatların arkasındaki gizli güç rolünü bürünmektense, kahraman olarak ölmeyi seçtiler bir başlarına.
Geriye de pek bir şey kalmadı onlar gidince. Zarflar ve tümleçler her zamanki köşelerinde olan biteni seyrettiler çekirdeklerini çitleyerek. Cümlenin çatıları tüm fiilimsilikleriyle tamire girişmişlerdi zaten bu aralar, Şubat ayının "iç ısıtır gibi kendini gösterip de yok olan" (bu tanıma uygun gelen küfürü kullanmayıp da uzatarak betimlemek daha naif) sıcak havalarına aldanıp.
Pazartesi kar geliyormuş, söylemek lazım gafil avlanmasınlar.
Geriye pek bir şey kalmadı dedik ama en esaslısı kaldı sonunda aslında. Kediler. Kedilerle konuşan insanlar bir de. Yeni bir dil oluşturmuş onlar birbirleriyle. Daha tam çözülememiş grameri, fonetiği ama yine de anlaşıyorlar bir şekilde işte. Biri mırlıyor, biri iç çekiyor. Biri kendini yalıyor temizlenmek için, biri saçlarını kurutan şampuanı değiştirirse parlayacağını düşünüyor. Halbuki saçlarını boyamayı bırakmalıydı uzun zaman önce. Şampuanlar da sıfatlar gibi aldatıcı sonuçta, o cezbedici kelimelerin yer aldığı etiketleriyle.
Nasıl ki o etiketi söktüğünde kuru ve sönük bir boşluk kalıyorsa elindeki o şampuan şişesinde, bir sıfatı oluşturan isim de terk edince diyarı; anlamı kalmıyor o süslü tanımlamaların hiçbirinin,o tamlama diye bilinen birliğin.
O yüzden siz yine de dahi anlamındaki -de'yi ayrı yazın ama sıfatlara pek yüz vermeyin.
Çünkü; bir sıfat tamlamasını oluşturan aslında iki kelimedir, özünde iki isimden ibarettir ve bir isim diğerine daha fazla önem verdiği için, birinin adı sıfata dönüşür, biri ise her zaman isim olarak kalır.
Özünü bil, isimliğini unutma. Unutursan da kalbin kurusun, e mi?
fon-etik : Saltuk Erginer – Sol Şeritte
8.2.15 05:08

5 Şubat 2015 Perşembe

KÖPÜKLÜ BİRA

Epeyce bir zaman, kulaklıktan içime haykıran bir şarkı eşlik etmeden adımlarıma, yürüyemedim kalabalıklar içindeki sokaklarda. Aylarca aynı sokaklarda, aynı şarkılarla, benzer silüetlere bakar-görmez vaziyette yürüyüp durdum. Şarkılar bitene kadar yürüdüm. Playlist sağlamdı. Sonu gelmedi şarkıların, bazen de gerçekten hiçbir şey görmek istemediğim için lens-gözlük takmadan yarı kör yürüdüm. Kaybettiğim duyularıma bir kaybediş de ben eklemek istedim suni yoldan. Hedefsizce yürürken o yollarda adımlarımın dolaştığı anlar da oldu tabi. Youtube’ta dinlemek istediğin şarkıya ulaşmanı engelleyen reklam videolarını “reklamı atla” butonunu tıklayarak geçiştirmek kadar kolay olmadı adımlarımı düzene yeniden sokabilmek; ama yürümekti ya aslolan, ha düşe ha kalka.
Şimdilerde müzik dinlemeden de dolaşabiliyorum; peşimden, önümden, sağımdan, solumdan gelip geçen uğultulu bir güruhla. Klip tadında yürürken kulağımdaki müzik sayesinde bastırdığım o kuru gürültüyü, farklı bir şekilde egale etmeyi öğrendim. İstediğim zamanlarda duymazdan gelebilmeyi keşfettim ben de. Nasıl becerdim, bilmiyorum. Övünerek, kendime pay çıkarırcasına anlatmak isterdim bu bilinçli işitme kaybını ama bir çaba göstererek elde ettiğimi söylersem de yalan olur.
İçimdeki ses, kulağımdaki şarkıyı bastırmaya başladığında; müzik sustu. Yerini alan “içten sesler korosu” nun kurduğu cümleler adımlarıma daha uyumluydu. Yürümek bir avarelikten çıkıp, “Gece Yürüyüşleri” adıyla bir konsepte dönüştü. Hayatın konseptini çözüp ayak uyduramasam da halen, adımlarım arasında kendime takılmadan yürümeyi öğrendim içten sesler korosunun katkılarıyla.

Gece Yürüyüşleri 98596’yı tamamlayıp da eve dönmek üzereyken biraz önce, in cin ve topların buluştuğu sokağın köşesinde önümden geçen Sarıbaş kedinin ağzına aldığı et parçası susturdu içimdeki monologu:
1- Bu saatte et gökten mi düşmüştü, kedi nereden bulmuştu onu?
2- Eti bulan kedi, etini çalacağımı düşünerek mi kaptığı gibi geceyarısı velinimetini, bir arabanın altına sığındı?
3- Evet, canım çekti belki o an, ama çalmam senin rızkını sarı kafa, hem ben az pişmiş severim.
Yağmurun altında içimdeki seslere ayak uydurmuş adımlarımın çiğnediği asfalt bir yolda önüme çıkan, gecenin nasipli etçil kedisi; hem ıslanmamak için hem de ağız tadıyla yemek istiyordu sanırım yemeğini, diğer kediler görüp de başına üşüşmeden. Karnını doyurduktan sonra yaşayacağı haklı gururla arabanın altından çıkıp bıyıklarını yalayacaktı belki de, yağmura aldırış etmeden. Ben göremedim. Ama muhakkak yapmıştır. Ben kedi olsaydım, öyle yapardım.
Çünkü bulup da sahiplendiği her şeyi bir çırpıda kimseye pay etmeden yiyip bitirmeyi sever insanoğlu. İliğine kemiğine kadar, sıyırıp da yiyecek bir şey kalmadığından emin olunca bir köşeye fırlatmak üzere. Tüketmenin verdiği hazla, gardrobundan çıkardığı şeffaf gurur hırkasını geçirir üstüne, mevsimlerden yaz bile olsa. Gurur hırkasının kesmediği soğuk kış aylarında ego ceketini de alır yanına. Üşümek nedir bilmez böyle zamanlarda.
Hayatta sevmediğim çok şey var belki, ama bazıları daha üst sırada. Kat kat giyinmek, köpüklü bira ve light sigara bunlardan birkaçı. Bir de küçük dağları ben yarattım demeyi seven cinsine sövdüğüm insanoğlu.

Tükenmişliklerin içinden gecenin içine doğru yürüdüm. 
Evden çıkarken üzerime aldığım, soğuk havalara yenik farkındalık ceketimin ceplerini yokladım apartmanın önüne vardığımda, anahtarlığı çıkartmak için. Yere düşürdüm o an, tutamayıp. Korktum tam eğilip alacakken yerden, kedinin biri onu et sanıp da benden önce kapacak diye...