24 Kasım 2016 Perşembe

Delik



Nasıl bir çocuktum çok hatırlamıyorum. Annemin annesinin kucağında günlerimi geçirmişim çoğunlukla, annemin çalışıyor olmasından ve beni bakılmaya hala muhtaç yaşta olup evde tek başına bırakamayacağından ötürü, en güvenebileceği yere bırakmış yıllarca, okuluna gidip mini mini birlere annelik, öğretmenlik yapmak için. (İyi ki de ananeme bırakmış beni, yabancı bir kucak yerine. Hatırlamasam da "anı" namına pek bir şey, kendi bilincimle biliyorum bunu. Bu da yeterli.) Bilinçsiz unutma halim bir şeyleri, bu zamanlarımda başladı belki. Bir süre boyunca, iki basamaklı yaşlara varmamışken henüz, çoğu şeyi hatırlıyorken yaşanmışlık namında; karardı bir sabaha karşı bilincim, 'kararmıştı' demek, belki daha doğru olabilir. Durduğu yerde öylece yerini bellemeye hazırken "kafa arşivi"ne konulmuş, o yaşıma kadarki tüm yaşanmışlıklarımı içeren anılarımın bulunduğu dosyalar, dağılıverdi. "03:02"

Sonrası; parçalı bulutlu. Toplanmadı hala tamamen.


-dağılma öncesi kareler vol. 23484-


Pek deprem öncesi zaman dilimi yok zaten detaylı olarak hafızamda. Bilinçli unutmak değil bu. Çok üzüldüğüm bir şey ki; hatırlamak istediğim zamanları hatırlayamıyorum düşündüğümde; bir fotoğrafa baktığımda mesela, yok kendimin ve başkaları dahilse şayet onların simalarına bakmaktan ve o anı düşünmeye çalışıp, bunun üzerine yorulmaktan başka yapabileceğim bir şey... hissetmek yok... içi boş. Kuru üzüm gibi sanki, kuru bir üzüntü hali. 


Unutmak güzel, derler. Benim içinse -seçtiklerini unutabilmeyi tercih etmek- aslında mesele. Seçmediğim bir unutulmuşluğu hatırlamaya çalışma hali; "Çocukluğunuza dönelim biraz?" sorusunu soran, klişe sayılabilecek ama en temel psikolojik yönteme başvurmuş bir psikologun avuçlarını açıp cevap beklemesi gibi...

 "Ee sonra noldu?"


Unutmadığım şeyler var elbet çocukluğumdan kalan. Mesela, babamın beni o koca balkonda kendi kurduğu salıncakta sallarken, hızlansa da ya da sallamayı yavaşlatıp duruma göre, yine de durmak bilmeden salladığını hatırlıyorum. Bilirdim beni ne olursa olsun kontrolünün altında tutması gerektiğini, bilmekten ziyade hissetmekti belki de bu. Bir yandan da, "Kral, Boncuk, Maşuk vb." isimlerden birini almış olan, -öncesindeki ölmüşlerini hatırlatsın diye belki de- evin yeni üyesi sayılabilecek ya da zorlu sürecini geçirebildiyse - "niye konuşmuyor bu kuş, konuştururum bunu ben!" düşüncesindeki sahibine kendini kabul ettirebilmişse - ev ortamına bir nebze alışma nailine erişip "henüz" ölmemiş muhabbet kuşumuzla sohbet etmesi ya da maç günüyse şayet, futbolcuların hareketlerine göre -ki onun gördüğü şekliyle ceza sahasındaki hareketleri demekti bu- hoşlanmadığı pozisyonlarda savurduğu küfürler yahut bir sorun yoksa maç gidişatını etkileyen, aynı coşkuyla saçtığı övgüler kulağımda çınlardı hep rüzgarla beraber, ileri geri itilip çekilirken salıncak üstünde tek düzlemde ve savrulmadan... Babayı bilmek, onu 'kahraman' bilmek değildi. Benim babama dair, o yaşımda ona dair sevip sevmediğim şeyleri takdir etmemin karşılığı, kendimce ve yaşımca hislerle ona sarılmaktı sadece, yeterli sanıyordum her şeye rağmen bunu. -ki o yaşımdayken, bana notlarımdan dolayı elde ettiğim başarılardan ötürü "teşekkür" belgesi vermelerine rağmen okulda ve o belgeyi diğer takdir ve teşekkürlerin arasına övünecek bir şey olmadığını düşünerek iliştirip kaldırmam dosya içine, bu zamanlara denk gelir.- Ben sadece sallanmayı tercih ettim; iyi kötü söylem ve hareketlerden uzak, kazayla -aşırı hızdan- sokağın ucuna uçabileceğimi hissederek. Hep. 


Çocukluk denilen şey, deprem denilen bir 'şey'le yıkılınca... 

Daha ayrı bir düşünceyle kategorize ediyorum belki şu anki aklımla yaşantımı. 

Ama hatırlıyorum yine de aslına uygun epey şey; uzaklara gönderildiğimi salıncakta sallanmaktan başka bir sallanmayı yaşadıktan sonra, -o zamanlardaki şehrin, ailenin, insanların halini o yaşımla yaşayıp şahit olmamam içindi belki- görüşüm /o yaştaki çocuk görüşü ve gündemi ele almak gerekse de, neyse../ sorulmadan... Memnun da olduğumu hatırlıyorum bundan. Yeni ve farklı bir durum içine girmenin heyecanıyla.  Bambaşka ve uzak bir şehre ailenin bir bireyi eşlik etmeden gidebilmek.. Garip bir heyecandı, çok da sevinemediğim. Artık evimiz yoktu. O eve bir daha dönemeyeceğimi(zi) biliyordum. Babamın sigarasını hep bıraktığı o lavabo önü tuzla buz olmuştu sanki. -benim için öyleydi "evimiz" denilen duvarlar yıkılmamış olsa da- Dağılmışlık içinde, önce yakın bildiklerimizin sağ ve salimliğinden emin olup, sonra bu bütünlüğümüzü ifade ederek koruyabileceğimizi düşünürcesine belki;

-kelimeleri dile getirmekte zorlanılan; şükran, memnuniyet, minnet, ya da bir dinsel sığınma/teşekkür mahiyetindeki sıfatları (c)ismimizin önüne koyarak kurduğumuz cümleler eşliğinde- "yaşamaya bir şekilde devam etmeye çalışmak" haliyle, yolumuza baktık. Ölmeyip de hayatta kalan çoğu insan gibi. Beni kilometrelerce uzağa gönderdiler. "Okullar ne zaman açılacak, belli değil." denilerek uzaklaştırılırken, "Niye ben?" diye soramayacağım bir sessizlik vardı üstümde açık seçik anımsadığım. 

Bilmiyorum da çok, ama bambaşkaydı. Bilemezdim de bunun o zamanlar nasıl bir his olduğunu sanırım, şu an "o durum"un üzerine çokça bir düşünce/his katarak yorumluyorumdur kesin. O zamanları yaşarkenki çocuk aklım ve vücudumun gücü ile hissedip konuşmam mümkün olamaz.  Kimseye söz geçiremediğimi bildiğim ama çocuk inadıyla çoğu şeye ayak direttiğim bir yaştayken; ayaklarımın bastığı yerin ortadan yarıldığını, kafamı kaldırıp da baktığım binaların boyumla bir olduğunu gördüğüm için belki de;

-"küçük"lerin ya da "ailelerinin rızası"yla kabul görmüş bir "deprem"i de yaşamadığım için öncesinde- bilinçsiz bir hafıza kaybı başlangıcının tohumları atıldı. Hatırlamıyorum çoğu yaptığım ya da yaşadığım şeyi, o tarihten sonrası yaşanmış olan. 

Öncesini de unuttum sayılır. Çoğu anı silindi. Balkon sallanmaları, muhabbet kuşları, banyo aynası önünde uzayan küller... vb. ufak tefek anıları saymazsam...

Ben, hatırlayamıyorum diye üzülürken; o günü ve o günle beraber yaşadığı acılarını unutmak isteyen, kaybettiklerini her gün hatırlayıp gözyaşı döken ne çok insan var....


Kalbim hızla çarpıyor yazarken şu an.

Geçmişi ne kadar da önemli insanın. 

Bir fotoğrafa bakarken gün'ünden evvel çekilmiş; "Bu ben miyim?" diyerek hissedip de heyecanlanarak fotoğraftaki an'a geri dönebilmek, bulunduğu an'dan çıkıp da, ilk trene atlayıp kimselere el sallamadan uzaklaşmak, yeniden o fotoğraf karesine girebilmek..


Bu fotoğrafı iyi hatırlıyorum, çekildiği anı..

O "deprem"den epey önceydi. Ayak baş parmaklarımın fırlayıverip de öteye çorabı yırtıp açtığı o delikler kadar "küçük"tüm. Ve geçmişten, bugünden, gelecekten bağımsız bir duyarsızlıkla alabildiğine özgür...


İyi ki annem beni ananeme bırakmış...


6 Kasım 2016 Pazar

içime içime değil de, dışıma doğru

Evden çıkabilmek yeterliydi. Alt tarafı, saatlerce sabit oturmaktan dolayı sol köşesini götünün ağırlığıyla ezdiği koltuktan kalkıp üzerine bir mont geçirecek; montun sağ cebine iki tabaka sarma sigarasını ve çakmağını, sol cebine telefonunu, evin anahtarlarını, kulaklığını ve cüzdanında kalan kağıt paralardan bir 20liği sokuşturup çıkıp gidecekti bu kapının arkasına. Yerinden kalkmaktı ilk mesele, kalkabilmek. Bunu hallederse gerisi kolaydı zaten. 

Daha fazla aynı yeri çürütürcesine oturmaya katlanamayacağımı anladığımda, kalbimin atışına eşdeğer bir atakla fırladım koltuktan. Gardıroptan hızla çekip aldığım yeşil kabanımı üzerime geçirdim, soğukta ince kıyafetlerle kalakalmış hastalıklı bir titremeyle. Ceplerime sigara, çakmak, biraz para ve anahtarları tıkıştırıp evden kaçarcasına çıktım. 

Koltuktan kalkıp evden koşar adım çıkarken nereye gideceğini düşünmemişti. Sokağa adım attığında ilk iş, sağ cebine gitti eli. Tabakadan bir sigara çekip yaktı, yeni doldurduğu çakmağının meşalemsi aleviyle. Sokağı yakabilir miydi bu çakmakla? Bir an kafasından bu düşüncenin ciddi bir şekilde geçmesi, eldiveninin ucunu hafifçe yakmasından dolayı olmalıydı. Sigaradan aldığı ilk nefesle, ciğerleri açılmıştı resmen. Dışarı üflediği nikotin yüklü duman, sokak lambasının altında yolunu bulmuştu çoktan ılık rüzgarın yön vermesiyle. Fazla düşünmeye gerek yoktu. Ayakları dumanı takip edercesine yola koyuldu, bilindik rotanın peşinden. 

Sokağa çıktığımda, "Bu kadar kalın giyinmeseydim keşke, eldivene gerek de yokmuş." diye düşündüm. Kasım ayının dengesizliğinden olsa gerek ki; eldiven, atkı, ne bulduysam geçirmiştim üzerime. Neyse ki bere takmamıştım! Nereye gideceğimi bilmiyordum, düşünmemiştim hiç. Tek derdim, nefes almaktı. Bir sigara yaktım. Her zaman gittiğim yerlerden birine doğru yürümeye başladım, ayaklarımın kontrol sahibiymişçesine beni yönlendirmesiyle. 

Kulaklıktan çıkan sesler hep aynıydı, farklı hislerle düşüncelere daldığı. Klip çekercesine kalabalığın arasına karıştı, sahil tarafı kalabalıktı yine, denizden uzak olan karşı kaldırımı seçti kimseye çarpmadan yürüyebilmek için. Hala acelesi varmış gibi hızlı hızlı yürüdüğünü fark ettiğinde Kızkulesi taraflarına yaklaşmıştı çoktan. Biraz yavaşlayınca, başkasına yol hakkı tanımadan, 4-5 kişilik gruplar halinde yanyana ve amaçsızca deniz tarafından yürüyen insanlara çevrildi kafası istemsizce. Hepsi de aynıydı sanki klonlanmış gibi. "Bir tatlı huzur almaya geldik." edasıyla salına salına, el ele kol kola yürüyen bir Pazar akşamı sürüsü... Kulaklıktan içine akan seslere ağırlık verircesine çevirdi kafasını yeniden kendinden yana. Yavaş ve salınarak yürüyebileceklerden değildi o. Rüzgarla yarışmak istercesine yeniden hızlandı adımları. Adımlarının hızına eşlik edercesine arka arkaya havai fişekler patlıyordu bir yerlerde, kulaklarına dolan şarkıyı bastırırcasına müziğe ritim katarak ve gözlerini kamaştıran bir parlaklıkla. 

Kulağıma yayılan bu şarkıları kim bilir kaç defa dinlemiştim? Bazen çok sevdiğim bir şarkı içimi sıkardı ve tahammül edemeyip degiştirirdim ilk melodisini duyar duymaz. Bazen de direk es geçip sonuna kadar dinlemeye tahammül gösteremediğim bir şarkı, o dinleyişimde favorim oluverirdi. Bunları düşünür ve acelem varmış gibi koşar adım yürürken, yeni bir şarkı doldu kulaklarıma. Ağır aksak bir ritimle başlayan... Çıkaramadım ne olduğunu. Şarkıyla senkronize olmuş gibi, adımlarım yavaşladı. Bakışlarım, yürümeyi tercih etmediğim deniz kenarındaki insanlara kaydı. "Ne güzel de salına salına, pervasızca yürüyorlar el ele kol kola..." diye geçirdim içimden. Bir an yolun karşısına geçip aralarına karışmayı düşündüm. Evden kaçar gibi çıkıp, kalabalık gruplar halinde yanyana yürüyen bu umarsız güruhun arasına ben de katılabilirdim belki. Hiçbir şey düşünmeden; sakince ve nereden geldiği belirsiz bir huzurun yüzüme kattığı tebessümle... Ne kendi gündemim, ne ülkenin giderek şizofreniye sebebiyet katan hali umurumda olurdu benim de. Pamuk şekeri pembesi, dışardan görünmez ve yanları kapalı gözlüklerimi takar; kulağımdan yayılan neşeli melodilere anlamsız sözlerle eşlik eden şarkıcıların abartılı nağmelerini dinlerken kayıtsız bir mutluluğa kapılırdım işte. Bu kadar kolay olmalıydı. 


Bir an karşıya geçmeyi düşündüm gerçekten. Tam adımımı atmışken sağa doğru yönelmek üzere; "Trafik kurallarına uyunuz, uymayanları uyarınız." netliğinde sarıdan yeşile renk değiştiren trafik lambasına takıldı gözlerim, araçlara müsaade veren. Yayalar için yanmış "kırmızı duran adam" ışığına, karşı tarafta bir yerlerde atılan havai fişek parlaklığı karıştı. 

Kulağıma yayılan şarkının sesini biraz daha açıp, ayaklarımın zaten beni götürmek üzere yöneltmiş olduğu rotaya yöneldim yeniden. 

Şuursuz bir mutluluk bulutunda bana yer yoktu. 


/Fon: No Land - Düşünme Kaybolursun/

21 Ekim 2016 Cuma

4 saat yalnız oturmanın naifliği

Sadece müziklerini sevdiğim için gittiğim bir mekanda, "Alır mısınız bir tane daha?" diyerek yaklaştı boş şişeye, uzanırken uzun örgülü saçlarını masaya değdirmemeye bilhassa dikkat ederek. "Hayır, teşekkürler." diyerek gülümsedim. Sanki ne buraya aitti, ne de değildi. Mekanı ve müziklerini sevmese, çalışmazdı burada zaten bence. Belki de katlanıyordu sadece, içinde bulunduğu durumdan çok da memnuniyetsiz gözükmemekle beraber. Bihaber haldeyken o tüm bu düşüncelerimden; işi gereği sorduğu soruya tam tersi cevap vermek üzere, başka bir masanın boşlarını alıp bara dönmek üzereyken seslendim yeniden:
"Pardon, alabilir miyim bir tane daha?"
Tepkisizce, başını -olur- anlamında eğerek içeri süzüldü. Belki de benim kadar umursamıyordu çoğu şeyi ve neyi neden yaptığını. Belki de çok umursadığı için boş bakıyordu öyle. Gelip geçici bir işte çalıştığını düşünerek, üzerinde durmamaya çalıştım ben de. -ki sadece onu izleyerek, kendimce edindiğim fikirlerle kurguladığım bir analizdi bu muhakkak, yine hayalgücümün tesiri altında kalmıştım belli ki.- 
Biramı getirdiğinde, neden yeni bira sipariş ettiğimi bilemedim. Titreyerek içtim ilk yudumu. Şarkıların tesirinden midir, yoksa bir sebepten dolayı, tanımadığım yabancı(m) insanlara odağımı yönlendirerek hayal ürünü varsayımlar üretip de hikayeler uydurmanın iyi(?) gelmesinden midir bilemiyorum ama; biraz öncesinde sıcaktan bunalarak çıkardığım ceketimi, yeniden geçirdim üstüme titrememi bastırabilirim ümidiyle. Yüzüm yanıyordu ama bir yandan da üşüyordum. Kalabalık artmıştı etrafımda sanki. Kulaklarımdaki uğultuyu bastırmak için, bakışlarımın takılı kaldığı o örgülerin düğümünü çözmeye çalışıyordum işte yeniden sadece. 
Başka yapabileceğim bir şey yokmuş gibi.

Z Raporu

Onceki durumuna gore odemelerini hesapladiginda ortalama olarak aylik 600 lira kardasin. (Kar mi zarar mi odenenlere bakinca orasi hic belli degil ya neyse) yine rahatlayamadin. Yine can sikici. İcsel konusmalar yapma yaz. Yaz ki rahatlamaya calis, okudukca kurdugun bu duz mantigi; darlandigin anlarda sana olabilecek tek ilac bu cunku. (Bu konuda belki) Senin halini en iyi sen anladigin icin. 

600 lira kardayim eski mevcuta gore evet. Yine de ek is olmadan her seyi odeyemiyorum. Ki ek isin devam edip etmeyecegi mevzusu en sikici durum su an. (Ve simdilik (ne kadar sure?) bunu dusunmemek en iyisi.) Ki bir de araya yildiz tilbe nagmeleri giriyor simdi burada. //Bu sarki da gecer elbet...// Maddi anlamda dibe girmek degil ki yek mevzu zaten. Yine de bi suru insanin panik yaptigi, odasinin duvarlarinin icindeki gorunmeyen tuglalara kafasini sokusturup saklanmak isteyecegi bir (bu) durumda bile, sen yine sensin. -kes kelimelere siginarak rahatlamaya calismayi, tugla benzetmene sicayim.- Bunu kaybetmedin en azindan, oldugun sen , oldugu gibi yasiyor daha az pervasiz bir halde. Keske kaybetsem, diyorsun bazen. Ama kaybedersen asil, su an bi yerde oturup son paranin demleriyle ruh halinin dogrultusuyla davranamazsan, o zaman iste, sen artik hic katlanamazsin bu duruma. (Bu da kendini en rahatlatabilecegin cumle ve gercek. ! ) Ne kadar darlansan da cikmani saglayan tek yol bu. Bir sekilde ruhuna iyi -iyi demek yanlis olur belki- gel(e)bilen, ruhunun darbogazini biraz gevsetecek seyler yapmaz yapamazsan eger, o zaman gercek dugum kenetlenir, gercekten. 

Hesap yapiyordum nerelere geldim...

Cunku her seyin bir cikisi var biliyorum. 

En son cikis, cikissizlik halini kabul etmek. 

Daha degil.....


/turkce karakterlerim bile bitti./

Yer: arabecks'in dibi. 

Calan sarki: Ahmet Kaya (hangisi oldugu ne fark ederdi ki zaten..)

9 Eylül 2016 Cuma

4

Şöyle bir baktı kaşlarını hafifçe kaldırıp. Bu bakışı iyi bilirdim. İçine bir hüzün çöktüğü vakitlerde ve sebebini sorsan söylemeyeceği, kaşları çatılırdı birden, gözleriyle bir şeyler ararcasına uzaklara çevirirdi sonra kafasını. Sormadım ben de o yüzden. Bilirdim çünkü bir yandan; duramazdı, kalamazdı daim olarak bu hisle. Benim artık bu "sus pus"luktan tam sıkılmaya başladığım ve ne olduğunu benimle paylaşmak isteyip istemeyeceğini talep etmek üzere cümle kuracağım anda da; sanki bunu hissetmiş gibi bir anda gülümseyerek yüzünü bana döner ve alakasız bir konudan bahis açıp sorular sorarak, beni şaşkına çevirirdi. Hemen cevap veremezdim. Suratında bir yerlerde kalmış, bir parça da olsa hüzün var mı diye kontrol ederdim önce. O da benim bu şaşkınlık ve şaşkınlığın yarattığı bekleme süremi fırsat bilircesine, üzerime gelirdi. O arada; bizim  "aitsizliğimiz"i hissedercesine, bir öncekinden farklı bir garson gelir, tepeleme dolmuş küllüğümüze tiksinircesine bir bakış attıktan sonra alıp değiştirmek üzere giderdi. Ben de değişmiş garsonun geliş ve gidiş süresini fırsat bilerek, şaşkınlığımı bir kenara bırakıp gülerdim cevap verircesine sorusuna. 
Böyleydik biz. 
Ayna tutulsa suratım(n)a, olacak buydu işte sadece.



1 Eylül 2016 Perşembe

Geçilmeyenlerin Sonuncusu

Koku alamayan biriyim, yoğunluğunu hissetmedikçe. 7 yaşında geçirdiğim ameliyatın etkisi olabilir, ameliyattan çıktığımda söylenen rivayetlere göre "İstemiyorum, bırakın beni." sanrısının da. 
Hafif kokuları alamam. Rüzgarla esip de milletin burnuna dolan kokuları hissedemem mesela. Belli başlı kriterlerim var bunun gibi. Saçlarımı uzatamam mesela, yılda üç kez kestiririm. Kilom sabittir, 59-65 arasında gezinirim. (Nasıl bir sabitlikse artık.)
Çok iradeli bir insan değilimdir ben. Yaparım dedim ulan, diye yapamamışımdır çoğu şeyi. Gün sonu raporuyla aldığım kararlar, şafak sökene kadar. 
Sigarayı bırakamam mesela. O beni bırakabilir, ama ben bulurum onu yine, bir şekilde.
Alkol desen, günün anlam ve ruhi öneminin  bütünlüğüne, bir de maddiyata bakıyor. 
Bana zarar veren şeyleri tutmayı seviyorum belki. 
Duymamak, duyamamak, bilememek zarar veriyor bi ölçüde; ama duymayıp işitmediğim bir sürü şeyden de memnunum; çünkü memnuniyetim göreceğim zarardan daha fazla. O sebeple 3 maymunculuktur en kolayı. Uyumak var bir de, zamanın üstünden en iyi sıçrama yöntemi. Konu bu değil, neyse. 
Tütüne döndüm, sigarayı azaltırım dedim; ee yemiyorum da artık insan gibi içiyorum işte belki. Ama dediğim gibi bırakamam, o bıraksa bile.
Alkol.. Ona girmeyelim. O konu, dengesiz hallerden muzdariplik. İyi bir yüzücü kabiliyetiyle ters kulaçlar atarak yarsa da denizleri, bir damlada kurbağalamaya geçiyor, kendini suya bırakıp. Öylesi. 
Çok da severim; su üstünde ölü taklidi yapmayı, içtiğim sigaraların bana bahşettiği nefes tutma kabiliyetime dayanarak.
Severim. 
Özlerim. 
Vazgeçemem. 
Ne ise o. 
Kendini, altından kalkamayacağını hissettiği sınırlandırmalar içine sokmaya çalıştıkça insan, başar(a)mıyor aslında bir şeyleri, tam tersini yaptığını düşünse de. 
Vazgeçmekse mesele; ben altın madalyayı kaybettim. 

Sondan birinciyim!

Ruh:
-sal, gitsin; nasılsa yarın yoksun. 

15 Mayıs 2016 Pazar

La Migliore Offerta

-Son zamanlarda kaçışıyla bağdaşmayan duygu ve hisleri deneyimliyordu. 
+Yerinde olsam o kadar emin olmazdım. İnsanın duyguları sanat eserlerine benzer. Sahteleri yapılabilir. Tıpkı gerçek gibi görünebilirler ama sahtedirler. 
-Sahte mi?
+Her şeyin sahtesi yapılabilir, Virgil. Sevincin, acının, nefretin. Hastalığın, iyileşmenin. Aşkın bile. 

The Best Offer, Guiseppe Tornatore; 2013. 

30 Nisan 2016 Cumartesi

alınyazısı

Kahve soğuyup kaldı kupanın dibinde. Sigaradan bir nefes daha çekip, sevmediğim o dibi içtim. Yine denk getiremedim. Eşdeğerlikten uzak işliyor tüm ikili unsurları sevmelerim. 

Alnımın tam ortasında bir şey var. Bir yol gibi; düz değil, kıvrımlı sağa sola.  Elimle yoklayınca bulup, dışardan başkası baktığında görülmeyecek bir yol. Yaş almaktan oluşan bir çizgi değil. Ya da alkolden, sigaradan sebeple sonradan oluşmuş. O hep vardı. Ben geç fark ettim sanırım. Nasıl farkına vardığımı da anımsamıyorum zaten. Başım mı ağrıyordu da ellerim gitti dokundu buldu yoksa başka bir sebepten mi bilmiyorum. Buldum işte. Oyuk, gömük bir yol buldum orada parmaklarımın hissiyle. Dışarıdan bakılınca görülmeyen. Sadece dokunulduğunda hissedilen.
 
Var olduğunu bilmediğin bir şeyi, sonradan keşfetmek keyifli olmuyor her zaman. Ne zaman canım sıkılsa, ne zaman cevapsız kalsam, çıkışsız hissedip de mevcudiyetini koruyan sorulara; elim alnıma gidiyor. Alnımın ortasındaki, parmaklarımın ezberlediği o yolda geziniyorum, cevaplar oradaymış gibi. 
Kaşlarımın ortasından başlayıp yukarıya doğru, saç köküme kadar devam eden ( belki de saçlarımın arasından devam ediyordur, elim gitmiyor devamını sürdürmeye. ) o yol, kader çizgimdir belki. Elinin ortasında olur ya insanların hani: ömür çizgisi, başarı çizgisi, bokumun çizgisi diye nitelendirilen; gül satar gibi yapıp el falı bakan ısrarcı ablaların tabiriyle, benim ki de alnımdaymış belki. 

İnsan; düşünmekten kaçındığı her şeyi, başka 'şey'lere aktarıyor, düşünmemek için, yeni düşünceler yaratıyor belki de kendine. Kaçabilmek için. 

Ben de elimi atıp parmaklarımın gezinebildiği o yolda, bedenimi de dahil edip yürüyorum.

Kaçabildiğim en uzak yer orası. 

Yol uzun. Yine kahve soğudu. Yenisi gerek. 

25 Şubat 2016 Perşembe

25lik dayı

Yer : Çırağan Meyhanesi
Zaman : Akşamüstü kızıllığı
Fon : Müzeyyen Senar - Benzemez Kimse Sana 

Yine buradayım. Burası alakasız ama darlandığım zamanlarda ayaklarımın beni götürdüğü ender mekanlardan biri. Kimseyle gelmişliğim yok. Ama sanki burada bolca anım varmış gibi. Belki başka bir anının parçasından çıkıveren bir dejavu. Belki de sadece mekanın bende yarattığı nostalji hissi. 
Bilemiyorum. 
Ama nadir duyumsanan, mekanla özdeşleşme kafası içindeyim, ne zaman gelsem. 

(Şimdi de Tanju Okan - Öyle Sarhoş Olsam Ki çalıyor mesela. Al sana nostalji!)

Zaten bu yakaya çok sık geçmiyorum artık eskisi gibi. Geçerli sebeplerim olmadığı sürece de, geçmemeyi tercih ediyorum. Buraya, bu civarlara karşı bir aitlik hissim yok. Sebebim yok. 

Bazen sebep olmasına gerek yoktur zaten herhangi bir şey için. 
Sadece gidersin...

İçim dar epeydir somut bir sebep olmasa da. Bu darlık hissi için fazlaca etmen ve insan olsa da, ben tek bir sebepte topluyorum hepsini. 
O da kilitli ve kilidi çözebilecek tek anahtar da kayıp. 
Çözülemeyen sorunlar klasörüne, çözülebilecek sorunlar ekliyorum dosya dosya. 
Yanlış klasöre dosyalama yaptığım için belki, çözemiyorum çözülebilme kategorisindekileri de. Ekleyip duruyorum ben de gözümün önünde durmasın diye  ".99 ile biten "diğer" başlıklı herhangi bir klasöre". Maksat, ortada kalmasın. 

Eve gidesim yok. 
Aslında içesim de yok. 
Tanımadığım insanlarla, ayrı masalarda ama beraber, ilgimi çekmeyecek diyaloglara/monologlara kulak kabartıp, özünde kendimden çıkıp; araba gürültüsünün gasp ettiği ama bunun dışında kimsenin rahatsız etmediği, aitliğin ucundan bi nebze yakabildiğim bir yerde oturmak tek istediğim. 

Bazen konuşursun cümleler boyu. Anlamaz kimse. 
Bazen susarsın ufka doğru. Anlaşılsın istersin suskunluğun. Yine kimse anlamaz. 

Fazlaca hissedilen yakınlık dürtüsüyle yaklaşıldığı vakitlerde, o hisse ulaşılamayan insanlarla anlaşamazsın nihayetinde. Ne kurulan cümleler yeter, ne de cümle soyutluğundan çıkıp gerçekliğe dökülen hareketler. 

Mesela; bir "şey"in ne olduğunu bilmeden, sormadan öğrenmek için; o hususta bulunulan temenniler, o an kurulan "yarabandı" hissiyatındaki, ıslanınca (bir gözyaşına bakar yanaktan süzülmeyi bekleyen) h(p)iç olan cümlelerle dokunulamaz artık, dokunulmuyor; o fazlaca hissedilen yakınlık dürtüsü, bir hisse dönüşemeden akıp gidiyor, düşüyor gönlün deminden tüm bayatlığıyla. 

Yeni söylenmiş biranın üstündeki köpüğü bir çırpıda alayım derken, ağızdan taşıp akması gibi dudağın kenarından...

Sonra garson geliyor, küllüğü değiştiriyor, bira eksilmiş mi diye şöyle bir bakıp, kontrol ediyor, yan masamda benim gibi tek oturan dayı, 25lik rakının son dublesini dolduruyor. 

Şarkı değişiyor o arada; Zeki Müren sizler için icra ediyor : Şimdi Uzaklardasın

Kadehler kalkıyor, çözülmüyor bir şey. 
Kadehler birbirine vuruyor, bir daha binilemeyecek otobüsler geçip gidiyor tüm körüklü gürültüsüyle. 

Hayat akıyor yine kısacası. 
Durmuyor. 


11 Şubat 2016 Perşembe

boşalan kadehler teselli etmez

Gecenin başı.
Şaraplı.
Daha saat çok erken, dediğin tüm zaman dilimlerinde;
bir şeyler için de çok geç.

Çok geç artık ihtimal dahilinde olmayan insanlarla iki çift laf etmek.
Laf etmek?
Göz göze gelmeye bile vakit yok.
Kaldı ki;
bakacak göz yok,
görecek yüz.

Yüzsüzlük, ayrı bir meziyet zaten.

Yüzün yok.
Benim de mecalim.

Hevesle atıldığım kuyulardan,
elim boş çıkıyorum.
Kovam delik.
İçim su alıyor.
Kalbime doğru batıyorum.












Fon-etik: Müslüm Gürses - Kaç Kadeh Kırıldı

11.2.15