6 Kasım 2016 Pazar

içime içime değil de, dışıma doğru

Evden çıkabilmek yeterliydi. Alt tarafı, saatlerce sabit oturmaktan dolayı sol köşesini götünün ağırlığıyla ezdiği koltuktan kalkıp üzerine bir mont geçirecek; montun sağ cebine iki tabaka sarma sigarasını ve çakmağını, sol cebine telefonunu, evin anahtarlarını, kulaklığını ve cüzdanında kalan kağıt paralardan bir 20liği sokuşturup çıkıp gidecekti bu kapının arkasına. Yerinden kalkmaktı ilk mesele, kalkabilmek. Bunu hallederse gerisi kolaydı zaten. 

Daha fazla aynı yeri çürütürcesine oturmaya katlanamayacağımı anladığımda, kalbimin atışına eşdeğer bir atakla fırladım koltuktan. Gardıroptan hızla çekip aldığım yeşil kabanımı üzerime geçirdim, soğukta ince kıyafetlerle kalakalmış hastalıklı bir titremeyle. Ceplerime sigara, çakmak, biraz para ve anahtarları tıkıştırıp evden kaçarcasına çıktım. 

Koltuktan kalkıp evden koşar adım çıkarken nereye gideceğini düşünmemişti. Sokağa adım attığında ilk iş, sağ cebine gitti eli. Tabakadan bir sigara çekip yaktı, yeni doldurduğu çakmağının meşalemsi aleviyle. Sokağı yakabilir miydi bu çakmakla? Bir an kafasından bu düşüncenin ciddi bir şekilde geçmesi, eldiveninin ucunu hafifçe yakmasından dolayı olmalıydı. Sigaradan aldığı ilk nefesle, ciğerleri açılmıştı resmen. Dışarı üflediği nikotin yüklü duman, sokak lambasının altında yolunu bulmuştu çoktan ılık rüzgarın yön vermesiyle. Fazla düşünmeye gerek yoktu. Ayakları dumanı takip edercesine yola koyuldu, bilindik rotanın peşinden. 

Sokağa çıktığımda, "Bu kadar kalın giyinmeseydim keşke, eldivene gerek de yokmuş." diye düşündüm. Kasım ayının dengesizliğinden olsa gerek ki; eldiven, atkı, ne bulduysam geçirmiştim üzerime. Neyse ki bere takmamıştım! Nereye gideceğimi bilmiyordum, düşünmemiştim hiç. Tek derdim, nefes almaktı. Bir sigara yaktım. Her zaman gittiğim yerlerden birine doğru yürümeye başladım, ayaklarımın kontrol sahibiymişçesine beni yönlendirmesiyle. 

Kulaklıktan çıkan sesler hep aynıydı, farklı hislerle düşüncelere daldığı. Klip çekercesine kalabalığın arasına karıştı, sahil tarafı kalabalıktı yine, denizden uzak olan karşı kaldırımı seçti kimseye çarpmadan yürüyebilmek için. Hala acelesi varmış gibi hızlı hızlı yürüdüğünü fark ettiğinde Kızkulesi taraflarına yaklaşmıştı çoktan. Biraz yavaşlayınca, başkasına yol hakkı tanımadan, 4-5 kişilik gruplar halinde yanyana ve amaçsızca deniz tarafından yürüyen insanlara çevrildi kafası istemsizce. Hepsi de aynıydı sanki klonlanmış gibi. "Bir tatlı huzur almaya geldik." edasıyla salına salına, el ele kol kola yürüyen bir Pazar akşamı sürüsü... Kulaklıktan içine akan seslere ağırlık verircesine çevirdi kafasını yeniden kendinden yana. Yavaş ve salınarak yürüyebileceklerden değildi o. Rüzgarla yarışmak istercesine yeniden hızlandı adımları. Adımlarının hızına eşlik edercesine arka arkaya havai fişekler patlıyordu bir yerlerde, kulaklarına dolan şarkıyı bastırırcasına müziğe ritim katarak ve gözlerini kamaştıran bir parlaklıkla. 

Kulağıma yayılan bu şarkıları kim bilir kaç defa dinlemiştim? Bazen çok sevdiğim bir şarkı içimi sıkardı ve tahammül edemeyip degiştirirdim ilk melodisini duyar duymaz. Bazen de direk es geçip sonuna kadar dinlemeye tahammül gösteremediğim bir şarkı, o dinleyişimde favorim oluverirdi. Bunları düşünür ve acelem varmış gibi koşar adım yürürken, yeni bir şarkı doldu kulaklarıma. Ağır aksak bir ritimle başlayan... Çıkaramadım ne olduğunu. Şarkıyla senkronize olmuş gibi, adımlarım yavaşladı. Bakışlarım, yürümeyi tercih etmediğim deniz kenarındaki insanlara kaydı. "Ne güzel de salına salına, pervasızca yürüyorlar el ele kol kola..." diye geçirdim içimden. Bir an yolun karşısına geçip aralarına karışmayı düşündüm. Evden kaçar gibi çıkıp, kalabalık gruplar halinde yanyana yürüyen bu umarsız güruhun arasına ben de katılabilirdim belki. Hiçbir şey düşünmeden; sakince ve nereden geldiği belirsiz bir huzurun yüzüme kattığı tebessümle... Ne kendi gündemim, ne ülkenin giderek şizofreniye sebebiyet katan hali umurumda olurdu benim de. Pamuk şekeri pembesi, dışardan görünmez ve yanları kapalı gözlüklerimi takar; kulağımdan yayılan neşeli melodilere anlamsız sözlerle eşlik eden şarkıcıların abartılı nağmelerini dinlerken kayıtsız bir mutluluğa kapılırdım işte. Bu kadar kolay olmalıydı. 


Bir an karşıya geçmeyi düşündüm gerçekten. Tam adımımı atmışken sağa doğru yönelmek üzere; "Trafik kurallarına uyunuz, uymayanları uyarınız." netliğinde sarıdan yeşile renk değiştiren trafik lambasına takıldı gözlerim, araçlara müsaade veren. Yayalar için yanmış "kırmızı duran adam" ışığına, karşı tarafta bir yerlerde atılan havai fişek parlaklığı karıştı. 

Kulağıma yayılan şarkının sesini biraz daha açıp, ayaklarımın zaten beni götürmek üzere yöneltmiş olduğu rotaya yöneldim yeniden. 

Şuursuz bir mutluluk bulutunda bana yer yoktu. 


/Fon: No Land - Düşünme Kaybolursun/

Hiç yorum yok: